ELF

<< Yıllar sonra dönüp baktığımda gördüm ki o yolculukta hayalini kurduğum her şey sadece “hayal” olarak kalmış. >>

Gelin size bir "ELF" hikayesi anlatayım ama Yüzüklerin Efendisi ile ilgili değil, benzinlik olanından. Daha sonraları adını şimdi hatırlayamadığım başka bir şirkete katılıp piyasadan çekildikleri için öyle zannederim ki ancak doksanlarda çocuk olanlar hatırlar ELF benzinliklerini. Benim de zihnimde hâlâ gülümseyerek hatırladığım, her yaz gecesi zuhur eden tatlı bir hatıra olarak kalmıştır. 

Bu mevsimde -mevsim olarak kastettiğim “yaz”dır- akşam güneşini seyretmekten ziyade hissetmek daha bir başkadır. Örneğin akşam ezanı okunduğunda iş çıkış trafiğini göremezsiniz, herkes evindedir. Okullar çoktan dağılmıştır, çocuklar sokakta oynuyordur. Havada da pek bir bulut olmadığından alev topu gibi dağların ardında kaybolan güneş, tüm ihtişamıyla dikkati üzerine çeker. Oysa kış öyle mi ya? Güneş kışın her fırsatta bulutun ardına saklanan ve bulduğu ilk fırsatta alelacele kaybolup giden soğuk nevale bir varlık olur adeta. Akşehir’de de güneş yaz mevsiminde Sultan Dağları’nın ardında usul usul batardı her gün.

Hiç takılmadan ve belirli bir sıra doğrultusunda ezbere sayabileceğim birkaç yerleşim yeri hatrımdadır. Akşehir, Afyon, Sivrihisar, Ankara, Kırıkkale, Çorum, Samsun… Listeyi tersten saymak da mümkün ve makbûl. Kimse için bir şey ifade etmeyen benim için ise yazıldığı doğrultuda sevinç ama ters güzergahta üzüntü ifade eden tesbih tanesi misali dizilmiş yerleşim yerleri, yol durakları. Çocuk aklımla Türkiye haritasını önüme açtığımda A noktasından B noktasına gitmek için belki sonsuz sayıda kombinasyon vardı lakin tercih edilen güzergah hep aynıydı ve standarttı.

Belki de Anadolu’nun kaderinde olduğu gibi benim kaderimde var göçmen olmak. Atalarımdan, dedelerimden gelen bir göçmenlik ile ben de çocukluk yıllarımda tanıştım. Kendimi bildim bileli doğduğum yerden hep uzakta yaşadım. Kim olduğumu fark ettiğim çocukluk dönemlerimden yetişkinliğime kadar doğduğum yerden en az 9-10 saat uzaklıkta yaşamıştım ve memur olan babamın mecburen yaz aylarına denk gelen ve yine mecburen 20 günlük olan yıllık izninde doğduğum yeri ancak -maalesef yine mecburen- bir yerli turist edasıyla ziyaret edebilmiştim. Bana kalırsa yüzyıllar öncesine ait İpek Yolu kervanları gibi maceralı bir yolculuk olan bu yıllık izinler, bilmem kaç ay öncesinden ayarlanır, çekirdek ailemizi taşıyacak otomobile alınacak eşyalar birer ikişer elenerek seçilirdi. Babam muhtemelen yerleştireceği bagajı kafasında muavin cambazlığıyla tasavvur ederken annem de bana göre mühim olan ama bir yetişkine göre fazlalıktan ibaret olan eşyaları elemekle meşguldü. Velhasıl, yaz başında gelip yaz sonunda geri dönen göçmen bir leyleğin  telaşını andıran bu harala gürele işlerle dolu zamanlar, benim açımdan yoğun ama güzel günlerdi.

Yolculuk sırasında illaki daha önce hiç uğramadığımız bir benzinlikte durur, daha önce hiç karşılaşmadığımız bir insan ile göz göze gelir, birçok klişeye ile peş peşe maruz kalsak da aslında daha önce hiç yaşamadığımız bir an yaşardık. Ülkenin dört bir yanından gelen envai çeşit otobüs firmalarının araçları yılankavi yollardan dinleme tesislerine tıslaya tıslaya girer, sanki hayattaki tek işi araç yıkamakmışçasına işinin ehli olan çalışan tarafından ustalıkla yönlendirilirdi. Otobüsten inenler ise aynı şaşkınlık ve aynı bön bakışlarla fakat farklı rüyaların bıkkınlıklarıyla  kovanından çıkan arılar gibi dinlenme tesislerinin derinliklerine doğru dağılırdı. Ben ise kendi kendime sorardım. Bu yollarda bir zamanlar kim bilir kimler vardı? Bugün ise bizler varız. Yarın yine kim bilir kimler olacak? 

Ahmet Muhip Dranas’ın ünlü şiirinde Fahriye Abla’ya sorular sorarken Erzincan’ı betimlemesi gibi ben de geçtiğimiz her kasabaya ilişkin sorular soruyor, merak ettiklerimi kendi kendime gidermeye çalışıyordum. Değişen yalnızca o şehri simgeleyen araç plakalarına ait numaralardan ibaret değildi. İnsanlar, iklim, bitki örtüsü, hatta mevsimler değişiyor; Ankara’dan öteye geçince Karadeniz’in yeşilliği ile birlikte serinliği de bizleri karşılıyordu.

Ankara’dan öteye geçmek… İşte bütün yolculuğun kilit noktası buydu. Çevre yolu tam anlamıyla çalışmıyor. Yola devam etmek için Ankara’nın merkezinden geçmek ise “dur-kalk” değil de “dur-kal” trafiği gereği adeta bir “bölüm sonu canavarı” hissi yaratıyor. Dolayısıyla bulunacak en güzel çözüm, bu toplamda yaklaşık on saatlik yolculuğa olabildiğince saçma sapan bir vakitte çıkıp Ankara geçişini gece yarısına getirmek. Hem trafik bakımından tenha hem de klimasız otomobil için serin bir vakit, mükemmel bir yaklaşım. Yolun sonu ise zaten çocukluğumun cenneti…

Ankara’nın girişine geldiğimizde hayalimde ilk canlanan, gecenin kör karanlığında yolun ıssızlığını aydınlatan, şehrin tam girişinde ışıl ışıl parlayan ELF benzinlik tabelası... Yerden bir hayli yüksekte kaldığı için etrafı aydınlatmaktan ziyade gökyüzündeki karanlığı doldurmakla meşgul gibi bir yapı gibi. Her şehrin girişinde yer alan ve şehrin ismi ile nüfusunu barındıran mavi tabelanın bendeki karşılığı Ankara için bu ELF tabelasıydı. Sanki bir çalar saat kurmuş gibi günün hangi vakti olursa olsun uyanıyor, bu yılda bir göreceğim manzaraya kendimi hazırlıyordum. Sanki bir yerden geçmiyor da bilmem kaç yılda bir dünyanın yakınından geçen bir kuyrukluyıldıza rast geliyordum.

Ardından şehre giriş… Karanlık yolculukta tek tük yanan lambaların ardından ışıl ışıl caddeler, geniş geniş bulvarlar… Uykulu gözlerim birden fal taşı gibi açılıyor, bir sağa bir sola bakmaya başlıyorum. Yüksek katlı binalar, üniversiteler, bakanlıklar, sadece televizyonda reklamlarda gördüğüm markaların ışıklı tabelaları ile süslenmiş iş merkezleri… O esnada annem bana bir bina gösteriyordu, üniversite olduğunu fark ediyordum. “İnşallah burada okursun.” Diyordu. O üniversitede okuyamasam da başka bir tanesini bitirdim gerçi.

Toplamda belki yarım saat veya kırk beş dakika süren ve geceyi aydınlatan bu “Ankara turu” çocuk zihnimde ışıl ışıl pırıltılar bırakırken Ankara da tüm heybetiyle ve bu şölenin başlangıcı olan ELF benzinliği tabelasıyla geride kalıyordu. Yıllık rutin bir işimizi tamamlamış gibi hissediyor ve uykusuzluğa dayanamadığım için bir yandan da gözlerimin ağır ağır kapandığını hissediyordum.

Bugünden geri dönüp baktığımda ne ELF kaldı, ne o güzel günler ne de o yolculukların tadı… Hatta herhangi bir büyükşehrin sınırlarına girmek fikri bile beni boğuyor, adım atmak istemiyorum. Gönlüm her zaman işten eve evden işe yürüme mesafesindeki yerlerde oturmaktan yana. Ne olursa olsun, her şey yine de hatıralarımda tüm canlılığıyla bâki ve yine bu yolculuklarımız adeta Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla şiirinin son mısraları gibi…

“Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın / Hatırada kalan şey değişmez zamanla…” 

(2018)