Tahta Masa deyince akıllara Ümit Besen şarkısının gelmesi çok normal. Hatta hafızasını bu şekilde tazeleyenlerde bu şarkının mutlaka bir hatırası da vardır. Çünkü hatıralarımızdan yola çıkarak herhangi bir varlık ile bir insanı eşleştirmek gayet muhtemel. Ben de Ümit Besen’in harika şarkısı Tahta Masa ile ilgili bir şey anlatmak isterdim ama durum benim için biraz daha farklı. Ben ne zaman birazdan bahsedeceğim o tahta masayı görsem, bunun bana dedemi hatırlatacağını aklımın ucundan bile geçirmezdim.
Dedem, bir garip insandı. Belki de sıradan bir insandı ama bana öyle gelirdi. Belki de bir dede ne kadar garip olabilirse o kadar garipti. Çocukken ilkokulu okuma yazma seviyesinde anca bitirmişti. Bunun sebebini her ne kadar kaderin bir cilvesi olarak takvimlerin "İkinci Dünya Savaşı" yıllarını göstermesiyle açıklasa da iş başkaydı. Her şey dört dörtlük olsaydı bile dedem muhtemelen akademik olarak doğal sınırlarına ulaşmıştı. Yine yüksek ihtimalle henüz ilkokul sıralarında ikamet ederken çoktan "Okumaz bu, bari boş boş gezmesin" denilerek hakkında gerekli malumat verilmiş olmalıydı. Bunun üzerine ilkokul diplomasıyla birlikte doğruca sanayide bir otomobil tamirhanesine yatay geçiş yapmış, ömrünü şekillendirecek bir ayrımın yolunu tutmuştu. Belki de hakkında en hayırlısı buydu zira henüz ne olduğunu anlamamışken otomobil tamirhanesine verildiği için özellikle emeklilikten sonraki hayatında en büyük vakit geçirme kaynağı olacak olan her türlü sökme takma ve tamirat işlerinde ustaydı. Bazen bir ütü, bazen bir su ısıtıcısı, bazen ufak tefek inşaat işleri, bazen de otomobil ile ilgili herhangi bir parça... Artık aklına ne gelirse, odunluğundaki küçük ama "ne ararsan bulunan" tamirhanesinde işten anlayan her insan için mutlaka bir çözüm bulunurdu. Yalnız, kendisinden öyle pek ince işçilik de beklenmemek lazımdı. Bozuk olanı gözüne kestirirse tamir eder, çalışır duruma getirir ve olay mahallinden uzaklaşarak öylece olduğu gibi bırakırdı. Sonuçta çalışmayan her ne ise çalışırdı ama etrafı adeta mayın tarlası gibi olurdu. Bu "sonuç odaklı" ama mühendislikten uzak tavrı yüzünden yaptığı tamiratları ya da kendince ürettiği projeleri kabul ettiremez, yine de kendi evi olduğu için bütün tamirat ihalelerini tartışmasız bir şekilde alırdı.
Çalışma hayatı da oldukça renkli geçmişti. Önce uzun yıllar boyunca otobüs şoförlüğü yapmış, aynı yolları artık neredeyse ezberleyip gözü kapalı gidecek hâle gelene kadar aşındırmıştı. Tuttuğu basit "cep ajandası" günlüklerinde o gün nerede olduğunu hiç sektirmeden kaydetmiş, yıl içerisinde bir otobüs şoförünün aile hayatının aslında "ne kadar da olmadığını" bizlere hatıra bırakmıştı. Mesela falanca şehre ilk gün gitmiş, gecesinde orada uyumuş, ertesi gün aynı yolu gerisin geri gelmişti. Evinde bir gün (şanslıysa nadiren iki gün) dinlenip ertesi sabah aynı mesaiye geri dönmüştü. İki hafta boyunca aynı rotayı takip edip sonrasında başka bir şehre doğru değişmeyen bir iş temposuyla devam etmişti. Benim çocuk zihnime göre eğlenceli ve bol seyahatli geçen bu iş temposunda dedem hiçbir şeye yetişememiş, hatta uzak bir şehirde olduğundan kızının cenazesine bile yetişememişti. İnsanın ömrü -hiç abartısız- böyle yollarda geçince, ülkenin bir yerindeki bir şehre ne yönden gidileceğini, yol boyunca nelerin olduğunu sanki öte mahalleyi konu eder gibi hiç düşünmeden tarif edebiliyor, filanca şehre gitmek isteyenlere alternatifli yollar önerebiliyordu. Dedem, cep telefonunu görüp kullanmasına rağmen, navigasyon teknolojisine tam anlamıyla yetişemedi ama zaten kendi başlı başına bir navigasyondu.
Eski otobüslerde zaman zaman görüp neden kullanıldığını bilmediğim, ne zaman kullanıldığını öğrenemediğim mikrofonun kullanım sahasını da dedem sayesinde öğrenmiştim. Biraz yüksek sesle konuşsan zaten herkese sesini duyurabileceğin bir araçta ne gerek vardı oysaki? Bundan belki yirmi sene öncesi kadar var. Yaz mevsimiydi, günün birinde her meraklı çocuk gibi evin sağını solunu kurcalarken karşıma çıkan acayip kayıt cihazını inceliyor, üzerindeki bant kayıtlarını rastgele ve sabırla dinliyordum. "Ben kaptan şoförünüz..." diye başlayan bir kayıt sanki zaman makinesinden fırladı. Hadi bakalım, durdur durdurabilirsen. Ta 1970'li yıllardan sesleniyordu ama güneş ışığı görmediği için gayet temiz bir sesti. Sanki çok değerli bir sanatçıdan miras kalan ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış eşsiz bir şarkının kaydı gibi soluksuz dinledim. Dedem, uzun süren yolculuklar sırasında yedek şoför olarak otobüsteki mikrofonu eline alıyor, amme hizmeti olarak kimi zaman turist rehberi gibi o anda üzerinden geçilen yeri tanıtıyor kimi zaman ise sıkılan yolculara bir hikaye anlatarak ilkel de olsa "araç içi eğlence" görevini üstleniyordu. Kim bilir, belki de hiçbir şey umrunda olmayıp sadece kendi can sıkıntısına bir çare arıyordu.
Otobüs şoförlüğünü bıraktıktan sonra hatırı sayılır bir süre de kamyonculuk yaptı. O zamanları net hatırlıyorum. Küçük bir ilçe olmasına karşın, nakliye sistemlerinin çok da gelişmemiş olduğunu varsayarsak ilçeye bol bol meşrubat ve maden suyu taşıdığını söyleyebilirim. Gel zaman git zaman, ne karınca gibi defalarca yapılan bu yolculukların içinde ne de normal hayatında bir kere bile meşrubat içtiğini görmedim. Tuhaf bir şekilde hayatta ağzına sürmez ama "Tekerleri çok güzel parlatıyor" diyerek arabanın tekerlerini yıkardı. Gerçekten de meşrubatlar, asit oranı yüksek olduğu için tekerleri pırıl pırıl yapardı.
Artık işten güçten elini eteğini çekip emekliliğini yaşamaya başladığında kendi halinde iki katlı bahçeli evde ufak tefek tamirat işleri ile uğraşmaya başladı. Bağ bahçe işlerini pek sevmese de oyalanacak bir şey buluyor, hiçbir şey olmasa kapının önündeki arabasının her parçasını bıkmadan usanmadan her gün söküp takıyor, böylece sabahı akşama bağlıyordu.
Sonraları, nereden geldiğini hatırlamıyorum ama bir yerden biraz siyah ve beyaz boya çıktı. Önce evin bahçesindeki odunluğu siyah beyaza boyadı. Ardından evin iç kapıları zamanın ruhuna uygun olarak PVC ile değiştirildiği için boşa çıkan tahta kapılardan birini gözüne kestirip bir masa yapmayı aklına koydu. Aslında masaya hiç de ihtiyaç yoktu. Zaten bahçede sivrisinekten sebep doğru düzgün oturan yoktu. Çok istediğinden mi yoksa oyalanmak ihtiyacı duyduğundan mı bilmem, masayı tamamlamak için inatla çalıştığını hatırlıyorum. Masayı tamamladı, sonra da itinayla kalan boyaları kullanıp siyah beyaza boyadı. Üstünü de bir muşamba ile kaplayıp, kenarlarını raptiye ile tutturdu. Sonuçta ortada bir masa vardı ama pek kullanan yoktu. O masa, bahçede birkaç sene öylece durdu. Seyrek de olsa çocukların oyun arkadaşı oldu.
Aradan geçen yıllar neticesinde kaçınılmaz olan oldu. Dedem, bir iki hafta hastanede kaldıktan sonra hayatını kaybetti. Bilirim ki artık istese de evinin bahçesinde gezemez, yeri geldiğinde kendi canından bile kıymetli gördüğü arabasıyla ilgilenemez. Her taşında, her köşesinde emeği olan evi artık onsuzdur, boyası sıvası dökülse tamir edecek kimse olmaz. Sabahları yapraklarını süpürdüğü ağaçlar artık onu göremez. Rüzgar ne kadar esse de tenine değemez.
Şehir merkezindeki bir hastanede vefat etse de cenazesi elbette yaşadığı mahalleden kalkacaktı. Tabutunu önce yaşadığı evin içine getirdiler. Belediyenin her zamanki gibi boğuk sesli hoparlör sisteminden anons edildiği üzere eş, dost, akraba ve din kardeşleri ayrıca sevenleri kısa zamanda bahçeye, evin etrafına toplandı. Bir süre sonra kadınlar içeride, erkekler dışarıda bekleştiler. Bir evde düğün olduğunda her şey güzeldi, insan saçmalasa bile eğlencenin içinde duymazdan gelinir veya cümlelere tolerans gösterilirdi. Ancak cenaze olduğunda konuşmanın hatta cümle kurmanın bile ne kadar zor olduğunu fark ettim. İnsan böyle anlarda tek kelime etmek istemiyordu.
Namaz vakti yaklaşınca camiye daha rahat götürmek için tabutu bahçeye taşımaya karar verdiler. Sağa sola bakınıp küçük bir fikir alışverişi yapıldıktan sonra tabutu üzerine koymak için aranan "şey" bulundu. Günlerce uğraştığı, boyadığı, kapladığı ama doğru düzgün kullanılmayan masayı getirdiler. Tabutu üstüne koydular. Öylece bahçenin köşesinde duran masa da adeta Pinokyo’nun Gepetto Usta’sına vefa göstermesi gibi dedeme karşı son görevini yaptı. Evinden son kez ayrılırken helallik alındı. O zamana kadar olanın bitenin farkında olsam da metanetli duruyordum. Bir film sahnesinden çıkmış gibi duran ama tüm gerçekliğiyle karşımda olup bitene dayanamadım, ağladım.
Dedemin bu dünyadaki mesaisi tüm koşturmacasıyla buz gibi bir şubat günü sona erdi. Kendi evindeki son durağı da kendi imal ettiği bir masanın üzeri oldu. Kim bilir o masanın tahtalarını kesip biçerken, boyasını yaparken aklından neler geçirmişti? Göçüp giden her insan gibi geriye sadece hatıraları kaldı.
Kendimi topladım, gözlerimi sildim. Ardından, tabutu omuzlayanlara katıldım. Taşıyanlar ara sıra değişse de camiye kadar tabutun bir ucunu hiç bırakmadım.
(2017)